Simone de Beauvoir, 9 Ocak 1908'de yani bundan tam 105 yıl önce dünyaya geldi. Biz de onun doğum günü dolayısıyla Beauvoir'ın felsefesinin ve edebiyatının nasıl şekillendiğini inceledik...
ASLI GÜNEŞ
Bundan tam beş yıl önce, Le Nouvel Observateur dergisi Fransız Varoluşçu feminist Simone de Beauvoir’ın 100. doğum yıl dönümünü, banyoda çekilmiş çıplak bir fotoğrafını kapağına taşıyarak kutladı. Tabii, bol rötuşla. İçinde bulunduğumuz ay, Beauvoir’ın 105. doğum yıldönümü ve onu rötuşsuz görmenin zamanı...
Virginia Woolf, "Kendine Ait Bir Oda"da Shakespeare’in hayali kızkardeşinin öyküsünü anlatır. Shakespeare’e hayali bir kız kardeş yakıştırmasının ardında yatan hınzırlık, bütün dahilerin kız kardeşlerine, annelerine, sevgililerine dair bir merak uyandırır içimizde. Sahi eğitim hakkından yoksun, kelimelerle abi gibi hemhal olmayı öğrenmemiş bir kız kardeş dehasını nasıl gösterecekti ki? Muhtemelen iyi bir koca bularak. O zamanlarda kadın zekası, bulunan kısmetin ağırlığıyla doğru olarak ölçülüyordu çünkü. Öyleyse abiler için tarihe düşülecek bir not vardı: Fazla olan deha değil, ayrıcalıktı elbette.
'Seçmek' zorunda
Fransız feminist Claudine Monteil de "Özgürlük Âşıkları"nda Simone de Beauvoir ve 20 yaşından ömrünün sonuna kadar ayrılmadığı Jean Paul Sartre’ın yaşam öykülerini paralel bir kurguyla anlatır. Monteil’in amacı, Woolf gibi okuru, erkeklerin dehaları konusunda bozguncu düşüncelere davet etmek değildir. O daha çok iki yazar, sevgili ve dava yoldaşı arasındaki kader birliğini vurgulamak, bu birlikteliğin ne denli 'zorunlu' olduğunu okur açısından da görünür kılmak için bu yolu seçmiştir. Ama dikkatli ve kötü niyetli okur için, Beauvoir ve Sartre arasındaki farkı bir çırpıda görmek işten bile değildir: "Yaşamıma nasıl başladıysam kuşkusuz öyle bitireceğim: Kitaplar arasında,” diyordu Sartre. Oysa daha dünyevi sorularla uğraşmak, tencere tava gürültüleri ile Sartre’ın o çok sevdiği sözcükler arasında seçim yapmak zorundaydı Beauvoir: "Bir gün annemin bulaşıklarına yardım ediyordum. Annem tabakları yıkıyor, ben kuruluyordum. Mutfağın penceresinden, itfaiye barakaları ile başka evlerin mutfakları görünüyordu. Bu mutfaklarda da başka kadınlar, tavalar ovuyor, tencereleri parlatıyor, tabakları yıkıyor, sebze ayıklıyorlardı. Her gün öğle yemeği; akşam yemeği; her gün bulaşık; her gün temizlik; saatler boyu uzayan bir hiçlik; hiçlikten öte bir yere ulaşmayan bir sonsuzluk. Ben böyle yaşayabilecek miydim? […] Bir yandan tabakları dolaba yerleştirirken, 'hayır' dedim kendi kendime. Benim yaşantım, bir yerlere ulaşacak mutlak." ("Bir Genç Kızın Anıları", s. 119)
Beauvoir 'seçmek' zorundaydı...
Sözcüklerle ilişkisi
9 Ocak 1908’de oldukça dindar bir anne ve agnostik bir babanın ilk çocuğu olarak dünyaya gelen Beauvoir’ın korunaklı aile hayatı I. Dünya Savaşı ile birlikte sarsılacak; savaşın tarumar ettiği aileler arasına Beauvoir ailesi de katılacaktı. "İkinci Cins"te kadınlar ve evlilik hayatı üzerine yazacaklarının temelini belki de savaş hatırası önünde çekilmiş mutsuz aile fotoğraflarında bulmuştu Simone de Beauvoir.
O günlerde baba Beauvoir kızlarına kötü haberler veriyordu boyuna: "Siz yavrularım, evlenemeyeceksiniz... Drahomanız yok, çalışmanız gerek.” Evlenmek isteyen kimdi ki? Simone, o gün, annesiyle mutfakta kadınlığın ortak işini ifa ederken seçimini yapmıştı zaten: Onun hayatı bir yerlere ulaşacaktı mutlaka. Ulaşılması gereken yer önceleri meslekti: Drahomasız kızlar pekâlâ paleontolojiyi seçebilirlerdi; ya da astronomi ve arkeolojiyi. Hayat, evlilik dışında da seçenekler sunuyordu kadınlara. Hangi mesleği seçeceğini bilmese bile, bunlardan herhangi birinin drahoması olan kadınların durumundan daha eğlenceli olacağını içten içe seziyordu belki de Beauvoir.
Simone’un geleceğe dair düşleri hayal gücü oranında genişleyebilirdi elbette ama bir kadının daraltılması gereken yeri ilk önce hayal gücüydü. Simone’un da okuduğu her şey önce okulda, sonra evde kontrol edilir: "Çocuk kitaplarıyla, gereken yerleri sansüre uğramış kitaplar dışında, seçme yapıtlardan ancak birkaç tanesini elime almama izin veriyorlardı. Bu kitaplardaki bazı bölümler de, annemlerin sansüründen kurtulamıyordu. Babam, 'Yavru Kartal’da bile kesintiler yapmıştı.” ("Bir Genç Kızın Anıları", 125). Sansürden kaçmış her sözcük, bilmenin azabını ve utancını yaşatır Simone’da. Ahlaki açıdan uygun bulunmayan romanlarda, genç kızların başına gelen ibretlik olayları gizli gizli okurken, bu utancı kendisi yaşamışçasına suçlu bir bilinci vardır onun. Evet, gerçekten de kadınlar için yazı ile ifşa olmak, 'dile düşmek' arasında doğrudan bir bağ var gibidir. Bu yüzden Simone’un sözcüklerle ilişkisi en başından bir güvensizliği, tekinsizliği, sakınımlılığı içerecektir. Kendisinden üç yaş büyük Sartre’la arasındaki en büyük fark budur.
Drahomasız kızlar Sorbonne'a!
Drahomasız kalan Simone, Sorbonne’un yolunu tutar. 1929 Eylül’ünde herhangi bir Beauvoir biyografisinin ikinci cümlesini oluşturacak olay gerçekleşir: "Öğrenciyken ünlü yazar ve düşünür Jean Paul Sartre ile tanıştı ve bir daha ondan ayrılmadı.” Sartre-Beauvoir ilişkisi garip bir anlaşma ile başlamıştır. Sartre bu güzel ve şaşırtıcı derecede zeki kadına felsefesinin temelini oluşturan bir 'özgürlük ve bağlanma' anlaşması önerir. İki yıllık bir sözleşmenin sonunda iki-üç yıl birbirlerinden ayrı yaşayacaklar, sonra dünyanın herhangi bir yerinde yeniden bir araya geleceklerdir. 21 yaşındaki Simone, korkuyla, endişeyle ve görünen o ki pek de emin olmayarak kabul eder anlaşmayı: "Birbirimize hiç yabancı durmayacak, birbirimizi boşu boşuna yardıma çağırmayacak, ayrıca bu beraberliği her şeyden üstün tutacak, dostluğumuzu hiç bozmayacaktık; fakat beraberliğimizin alışkanlık haline gelmemesi, çirkin bir yaşantı şekline dökülmemesi için çaba gösterecektik; sözün kısası, aramızdaki bağlantıyı çürütmeyecek, kokutmayacaktık." ("Kadınlığımın Hikâyesi", s.16-17.)
Anlaşma, tarafların her konuda özgürlüğünü öngörüyordu. Sartre, akıl ve yetkinlikle örülmüş bir yaşam için kendisine bir ortak, bir eş arıyordu ve bulmuştu.
İstenmeyen konuk
Anılarına bakılırsa özgürlük ve bağlanmanın şekli konusunda Sartre ile hemfikirdir Beauvoir. Ama ya romanlarına inanacak olursak? Özellikle, 1943 yılında yayımladığı ve Sartre, kendisi ve Olga Kosakievicz arasındaki aşk üçgenini anlatan "Konuk Kız"a? Sartre’ın o hiç terk etmediği Fransız nezaketini ve edebi mesafeyi hiçe sayıp girelim mi sayfalarına? Romanın kahramanları Françoise, Pierre ve Xaviere’i dünyevi adlarıyla çağıralım mı? Françoise yani Beauvoir, Pierre yani Sartre ve Xaviere yani Olga Kosakievicz...
Hayata karşı eylemsizliği, tavırsızlığı felsefe edinmiş, henüz reşit bile olmayan Xaviere, 'tembellik hakkı'nı kullanarak Françoise’nın hamiliğinde Paris’te yaşamaya başlar. Bu nihilist taşra kızının her şeyi kontrolü altına alan kıskanç ve ilgi bekleyen doğası tam da iflah olmaz flörtçü, baştan çıkarmayı sanat haline getirmiş Pierre’in harcıdır. Françoise’da gördüğü onay, hayranlık, kabullenme, mutabakat, uyum, hiçbiri yoktur Xaviere’de. Oyun yönetmeni ve aktör Pierre için, Paris kahvelerinde düzenlenecek heyecan verici bir mizansen doğmuştur Xaviere’le birlikte. Françoise, Pierre için sarsılmaz sandığı yerin Xaviere tarafından doldurulduğunu; herkesin taptığı varoluşçu tanrının kendisine meydan okuyan genç kızın ışıltısına kapılıp gittiğini görür. Varoluşçu tanrı, akrep ve yelkovanı binbir çeşit genç kadın arasında koştururken, Françoise sessiz, sitemsiz kendi saatini beklemektedir. Françoise, diğer kadınlar gibi Pierre’in zaman çizelgesindeki yerini bilir. Kendi çizelgesini Pierre’in ve bu yeni aşk üçgeninin saatlerine göre oluşturmayı görev edinir. Huysuz ve kaprisli bir tanrının, en az onun kadar huysuz ve kaprisli genç âşığı ile ilişkilerini düzenlemek, buluşmalarını ayarlamak, aralarında ara buluculuk yapmaktır Françoise’a düşen. Bütün görevlerini yerine getirmeye hazırdır Françoise’a ama yanılsamanın acısıyla başa çıkmak zor gibidir: "Yıllar yılı onu kendi varlığının doğrulaması sayma yanlışlığını yapan kendisiydi: Bugün Pierre’in kendi hesabına yaşadığını fark ediyor ve o alık güvenine karşılık ödül olarak, ansızın tanımadığı bir insanla yüz yüze geliyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Pierre’e yeniden yaklaşmanın biricik yolu, Xaviere’le dost olmak, Pierre’e onun gözüyle bakmaya çalışmaktı. ("Konuk Kız", s. 156)
An'lardan yapılmış bir adam
Pierre’in tarihi, geçmişi, geleceği ve ahlakı yoktur. An’lardan oluşmaktadır o. Françoise ile buluştuğu anki Pierre, Xaviere’in odasındaki Pierre... Gariptir ki, II. Dünya Savaşı günlerinde bütün bu anların toplamından bir tarih çıkmayacağını varsaymaktadır ikisi de... Ama dünya için tarih vardır; otuzlu yaşlarındaki Françoise için de: "Buydu işte otuz yaşın anlamı: Durmuş oturmuş bir kadın olmak. Sonsuza dek, dans bilmeyen, tek bir kişiyi sevmiş, oyma kayıkla Kolorado kanyondan aşağı inememiş, Tibet yaylalarını yayan dolaşamamış kadın olarak kalacaktı. Şu otuz yıl yalnızca ardından sürüklediği bir geçmiş değildi, içini dışını sarmıştı bu yıllar, şimdiki zamanı, geleceği kendisini oluşturan özdüler." ("Konuk Kız", s. 170)
Otuz yaşın anlamı, Pierre’in tutulduğu ve sürekli Françoise’ı yok sayarak var olan bir genç kadınla ortaya çıkmıştı. Artık an’lar yoktu Françoise için; üst üste yığılmış yıllardan oluşan bir geçmiş vardı olanca ağırlığıyla an’ın üzerine çöken. Françoise’ın ve dünyanın bir geçmişi vardı. İki dünya savaşının ortasında bu geçmişi bütün ağırlığıyla hissetmek mümkündü ama âşıklar, bireysel özgürlüğün, bağlanma etiğinin bireysel olarak hayata geçirilmesinin peşindeydi. Ta ki, Fransız ordusu Pierre’in o sevgili an’larına geçmiş, bugün ve gelecek adına el koyup onu askere alana kadar. Beauvoir’ın, "Kadınlığımın Hikâyesi"nde, askere alınan Sartre ve diğer erkek arkadaşlarının ardından "Birdenbire, tarih üstüme çullandı,” demesi de bundandı. Tarih, tüm Paris’in üstüne çullanmıştı ve bu kez yalnızca Françoise değil, Pierre de seçmek zorundaydı. Pierre de cepheden döndükten sonra, toplumsal sorumluluğu ve eylemi seçecekti...
Beauvoir’ın Hegel’in "Her bilinç, karşısındakinin ölümünü izler,” sözünü romanına epigraf olarak koyması tesadüf değildir elbette. İzlerini Hegel’de de bulan ötekilik kuramı Beauvoir’ın varoluşçu feminizminin temelini oluşturmaktadır. Her bilinç diğerini ötekileştirir, nesneleştirir. Kadının konumunu da bu teoriye göre açıklar Beauvoir. Peki ama böyle mi hissediyordu Françoise, Pierre’in karşısında? Kendi ölümünü izleyen bir bilinç mi görüyordu? "Konuk Kız"ın satırlarından yansıyan öfke, umutsuzluk, kıskançlık, korku bunun böyle olduğunu gösteriyor. Pierre ve Xaviere, Françoise’ın ölümünü izleyen bilinçti. Kendisi de Xaviere’e âşık olmaya çalışsa da, bu mutlu yetkinliğin ayaklarından birini oluşturmak için çabalasa da, bunun bilincindedir Françoise: "Bütün mutluluğu Pierre’in özgür istemine bağlıydı ve işte bunun üzerinde en küçük bir etkisi yoktu,” ("Konuk Kız", s. 202). Bu yüzden bir kez daha seçim yapmak zorunda kaldığında kendini, kendi bilincini seçecektir Françoise. Havagazını açtığında Xaviere’i yok etmeyi seçmiştir çünkü: "Bir daha 'Ya o, ya ben,' dedi. Kolu çevirdi,” (s. 476).
Kadın dili
Xaviere’in ve Pierre’in yalnız kendilerini gören bilinçleri karşısında ötekileştiğini, nesneleştiğini hisseder Françoise. Nesneleşmek bir eylemsizlik halidir. Oysa, Pierre’in de pekala bildiği gibi özgürlük, ancak eylemlilik haliyle, insanın kendini oluşturma haliyle mümkün olacaktır. Françoise, bir kere daha seçerek varolmuştur.
Rivayet odur ki, Sartre, sevgilisinin romanlarındaki imgesinden fena halde hoşnuttur. Hem "Konuk Kız"daki, hem de "Başkalarının Kanı"ndaki Sartre imgesi, Beauvoir’ın yeterince kadirşinas olduğunu düşündürtür Sartre’a. Peki neden ölümlü okur Sartre ile hemfikir değildir? Neden, özellikle "Konuk Kız", bir ifşa, küçük düşürme, intikam hareketine dönüşmüş gibi gelir okura? Yazarının dili, özellikle varoluşçu tanrısına karşı neden öfkeli, alaycı ve sitemkârdır? Okurlara Fransa’nın felsefi starında görmedikleri şeyi mi göstermek istemektedir? Yoksa yalnızca kurmacanın özgürlüğünden mi yararlanmaktadır. Neden anlatısını, o kendisinin ve Virginia Woolf’un kızıp küçümsedikleri 'öfkeli, mağdur, yoksun' kadın diline hapsetmeyi seçmiştir? Neden, romanlarında Sartre’ın aşk üçgenlerinin farklı varyasyonlarını tekrarlayıp durmuştur? Kurmacayı, kendi hayatının analizi olarak mı kullanıyordu Beauvoir? Gerçekte asla cesaret edemediği, edemeyeceği şeyleri yapmanın, genç bir kızken yaptığı gibi kendisini seçmenin, kendisinden yana olmanın alanı mıydı roman sayfaları? Yetkin görünmeme korkusu ile bozmakta çekindiği aşk üçgenlerinden insana, evrene, ahlaka dair evrensel sorular türetmeyi seçtiği için mi, romanlarında gerçekte olmadığı kadar gözüpek ve öfkeliydi. Kimbilir?
Bağlanma
Görünen odur ki, 19. YY.'ın muhteşem kitlelerinin tarih sahnesinden çekilir gibi olduğu, geleceğe ve insanlığa dair umutların yüzyıl sonunun eşiğinde bırakıldığı bir çağda, birey ve onun özgürlüğü 20. YY. entelektüelleri için en önemli sorunsal haline gelmiştir. Bu yüzyıl da Dostoyevski’yi doğrulamıştır. "Başkalarının Kanı"na epigraf olarak koyduğu Dostoyevski sözü, "Her birimiz, her şey için ve herkese karşı sorumluyuz,” bir kere daha doğrulanmıştır özgürlüğü ve bağlanmayı seçen Beauvoir ve Sartre’ın gözünde. Önce II. Dünya Savaşı, ardından Soğuk Savaş ve insanları sürekli taraf olmaya zorlayan iki kutup. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’nın oluşturduğu özgürlük imgesi McCarthy soruşturmalarıyla, beslenen diktatörlüklerle, Küba’yla, Vietnam’la çarçabuk yıkılır. Artık savaş öncesi şaşkınlık sona ermiştir. Ne Beauvoir ne de Sartre çekinir elini taşın altına koymaktan. Felsefe fildişi kulenin ardında değil, gündelik hayatın, eylemlerin, varoluşun ta içindedir. Gündelik hayatın sorunları ve soruları besler felsefeyi. Pasifizm ve kötümserlikle itham edilen Varoluşçuluğun Marksizm’le sürekli dirsek temasında olması, özgürlük ve eylem arasında kurduğu zorunlu ilişkiden kaynaklanır. O yüzdendir ki, Beauvoir ve Sartre’da felsefe her ölümlüye nasip olmayacak ayrıcalıklı bir bilgiyi değil, sokağa taşan, sokakla birlikte hareket eden bir tavrı gösterir. Cezayir, Küba, Vietnam ve Sovyet tankları altındaki Macaristan ve Çekoslovakya...
Yığınlar halinde
Bir kere daha tanık olmuşlardır bir bilincin ötekinin ölümünü izlediğine. Üçüncü Dünya, sömürgeler sorunu gözlerinin önündedir işte. 20. YY.'ın bireyin çağı olacağını düşünmekte aceleci davranmışlardır sanki. Yığınlar halinde yok oluş, yığınlar halinde tükeniş... Ayrıca 20. YY., hele Fransa’da, Ansiklopedistler’in ülkesinde, entelektüeli en önemli kamusal figür olarak selamlamaya, onu önderleri kılmaya hevesli mi hevesli kitleler vardı. Entelektüel mesihvari bir tavırla selamlıyordu kitleleri. Beauvoir ve Sartre’ın aforizma dolu yazıları da belki de bu peygamber anlatılarının göstergesiydi. Bu peygamber bilinciyle, çağının insanı olarak entelektüel portresi çiziyorlardı. Beauvoir’ın nerede durduğunun, neler yaptığının bir anlamı vardı. Che Guevera ile içtiği kahvenin, Cezayir’in kurtuluşunu desteklemek için imza attığı 121’ler Bildirisi’nin. Bağlanmayı seçmişti Beauvoir. Özgürlüğün bağlanmakta ve eylemde olduğunun bilinciyle. Öylesine bağlıydı ki, 1969 Mayısı’nda 60 yaşındaki bedenini sürüklemekte zorlanmaya başlamışken, Quarter Latin’in sökülen kaldırım taşlarına kayıtsız kalamadı. '68, özgürlük ve bağlanmanın filozoflarını sevmişti. '68, Beauvoir ve Sartre’ın doğrulanmasıydı sanki. Eylem, bir kere daha varoluşla buluşuyordu.
Skandallar
Sartre ile ilişkisi çoğunlukla 'skandal'larla anılsa da, Beauvoir entelektüel sohbetlerine Sartre’ın son eserini ithaf ettiği rakibesiyle karşılaştırılırken konu edilse de, asıl skandalını 1949’da "İkinci Cins"i yayımlayarak yaratmıştı. Onun bedeninin sırlarını öğrenmiş olmaktan hicap duyan erkekler, elleriyle kapatıyorlardı yüzlerini. Kadınlar için yazmak, bir skandala yol açmaktı. Bunu göze almıştı Beauvoir. Katolik Fransa’nın kürtajsızlığında ölen kadınları yazmak zorundaydı. Nasıl kadın olunduğunun hikayesini yazmak zorundaydı. Etkisi çok uzun yıllar sürecek bu skandal kitapta Beauvoir, kadınların nesneleştirilmesinin, ötekileştirilmesinin öyküsünü anlatıyordu. Kadın bedeninin, dilinin aşılması gerekiyordu ona göre. Kadınlar için evrensel olanın iyi olduğunu gösterirken, evrenselin fena halde eril, fena halde Batılı ve fena halde burjuva kimliğini görmüyor gibiydi. O da Virginia Woolf gibi, kendine ait bir odanın, kadınların kariyerinin peşindeydi. Kadının 'hak' meselesiyle gündeme geldiği bir çağ için oldukça anlaşılabilir bir görüştü belki de bu. Ama 1970’lerin başlarında genç feministlerle buluştuğunda, Sartre yüzünden hep rekabet ettiği, kendi zekasının, entelektüel kapasitesinin üstün gelmesi için sürekli mücadele ettiği ve aslında zaman zaman ezdiği kadınlarla, hem de Sartre’ın sevgilisi olacak kadar genç kadınlarla bir araya gelip Paris sokaklarını kürtaj skandallarıyla sarsmayı seçtiğinde bambaşka bir çağ başlayacaktı Beauvoir için.
Kızlar artık onun yanında
Artık giderek yalnızlaşan Sartre’a karşı, çevresi genç kızlarla sarılı bir Beauvoir vardı. Şimdi zekâsını ve entelektüelliğini hemcinslerini ezmek için değil, onlarla birlikte mücadele etmek için kullanıyordu. İlginçtir ki, Beauvoir’ın Sartre'la yaşadığı ilk fikir ayrılıkları 'kızlar'dan sonra olacaktır. Kızlar tarafından yeterince saygı görmediğini düşündüğü için Sartre’ı sakinleştirmek yerine, 'kızların itaatsizlik için yola çıktıklarını,' söyleyen bir Beauvoir, neyin habercisidir? Flaubert’den ilhamla burjuva olan her şeyden nefret eden Sartre, Mitterand hükümetine destek vermeyi reddedince, onunla ilk kez siyasal ayrılığa düşen ve kadın hakları konusunda bu hükümetin yararlı olacağını ilan eden Beauvoir, çevresini saran kızlar ordusundan mı güç alıyordu? Genç, güzel ve cıvıl cıvıl kızlar artık Sartre’ın değil, onun yanındaydı artık...
1986’da öldüğünde dünyanın ve kadınların başka bir yöne gittiğini görmüştü. '68 rüzgarı kalıcı olamasa da, dünyayı kadınlardan yana döndüren yepyeni gelişmeler vardı. Yaşamını bir deney, bir yapıt haline getirerek bir kurtuluş yolu çizmeye çalışmıştı. 20. YY.'ın entelektüeli, konformizmden, iktidarın sunduğu olanaklardan uzak, otel odalarında sürdürdüğü ve sokaktan hiç koparmadığı yaşamından bizler için dersler biriktirmişti. Ne miydi Simone de Beauvoir’ın kıssadan hissesi? "Kurtuluşu başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur.” Yalnızca bunu öğrenmek için bile yaşamaya, acı çekmeye, Beauvoir olmaya değmez mi?